Emanet
İsimleri tahdit etmeye çalışmak,
onlarla hayatı anlamayı hedeflemek insan olabilmenin en temel
dinamiklerindendir. Lakin bu vakıa sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Kimi zaman
bazı kavramlar kaybolmuş kimi zaman terimler yerini değiştirmiştir. Bazen içinde
bulunduğu durum da siyakında ve sibakında bir mana ihtiva edememiş bazen üstündeki
urbası ona ağır gelmiş üveyk gibi yıldızlara ulaşamamıştır. Çırpınmış belki
fakat ulaştığı yer yalnız lafız çeperi olmuştur. Kıramamıştır o dar
geometrisini. Harf gölgelerinden kaçamamış ya da satır çizgileri onu hapsetmiştir.
İster Arap giysileri giymiş olsun ister smokin isterse kimono fark etmeksizin
yengi değil de yenilgi ile yazılmış isimleri. Bazen de en özel günlerde en
güzel zaferlere tanıklık etmişler. Güneşin çığırtkanı olmuşlar. Baharı ilk
onlar duyurmuş. Kırlangıçların kanatlarında kıtalar aşmış, hayatı insanın
sandığından daha uzak ufuklardan şerham şerham tütsülenmiş o lezzetleri ile
getirmişler. Yani kiminde yaşamın şarkısın çalarken kiminde hüznün sızısını
üflemiş kulaklara. Kelimeler de nice nimet gibi bir mana da israf edilmiş kimi
dillerde. Manasından ve muhteviyatından uzak, gönüllerde harcanmış hiç metelik
etmeden. Yazık olmuş tüm o taşıdıkları tekliflerine rağmen görünmeyişleri.
Bakılmış belki ama görmek onları. İşin zor kısmı denilmiş. Denilmiş çünkü
işitmek de bambaşka bir kabule seza kılınmış. Bu kelimeler “liyakat” olmuş
“adalet” olmuş “hak” olmuş “vicdan” olmuş. Ayırt edilmeksizin kulaklara
fısıldanmış. Hatırlatılmış defalarca. Bir görüş iki yüz kırk bin kez bir başka
görüş yüz kırk bin kez anılmış insanoğlunun fehmine. Defalarca uyarı ve müjde
ile zikrine tabi edilmiş beşerin. Adeti bilinmez belki ama kaç sefer sunulmuş
ademin kucağına bu mefhumlar. Kaç kez burhan kılınmış alem o kelimelere kaç kez
ayet addedilmiş tabiat ıstılahlar için insan fikrinde. Kaçıncı belki idrake
sunuluşu altın tepsilerde. Gümüş takımlarla kaçıncı sefer naif üsluplarla
serdedildi kim bilir? İşte o terimler şimdi eksik bazı bazı. Ya da anılmıyor
hiç lafa söze gelip. İlk nebi Hz. Adem’den beri isimler öyle önemli ittihaz
edilmiş ki yalnız ona zerk edilmiş. Melekler inhinasına mazhar kılınmış.
Sorulmuş onlara bilirler mi acep o sözcükleri diye. Cevap soru kadar mühim ki
özü sözü bir ve doğru olan o her kelimesi ile hayret-engiz kitap da bahis konu
kılınmış. Evet sadece Hz. Adem’e has bazı kelimeler buyrulmuş. “Emanet” gibi
mesela. Son nebi Hz. Peygamber gelene kadar sürekli tekrarlanmış. İman et ve
kurtul buyrulmuş. İman ve emanet. Emin olmak ve taşıyabilmek yükünü. Ne zor iş
ve ne müşkül bir sözcük. Özü sözünden uzun bir kelam. İnsan için yegâne varlık
manası. Teklifin tüm enstrümanları için aynı nota. Aynı yörünge beşer için
etrafında döneceği. İster nebülöz kuşağında bir gezegen olsun ister orbital çeperinde
protonlardan bir proton fark etmeksizin o, nebeân çekirdeği olmuş insanın.
Etrafında dur durak bilmeden devredeceği biteviye. İşte öyle müthiş bir kelime
ki o hayat için gerekli olan tüm tazyiki tek başına kendisi karşılayabilmiş.
Gelen her nebinin diline pelesenk olmuş. Duaları, zikirleri ve fikirleri onunla
bezenmiş. En güzel tümceler o ıstılah ile diğer isimlerle aralarındaki
barışı/sulhu bulmuşlar. En güzel cümleler o terim ile dantelalarının hoş
fraktallarını çizmişler. Kendi içindeki illiyet ve ittıradı ancak böyle oluşturabilmişler.
O kavram ile “emanet” ile.
Lügat sayfalarında kendisine yer
bulmuş binlerce kelimeden yalnızca biri o. Bazı yerlerde kökenine kadar tarif
edilmiş bazısında yalnızca dar kalıbı zikredilmiş. Lakin sözcük hangi sözlük de
olursa olsun o dar aritmetiğini kırmaya çalışmış ve hayatı kendisi için anlamlı
kılmak isteyenlerin dilinde tekrar mana bulmuştur. En temiz ve duru haliyle
hayatın mihenk taşı ya da yaşam kitabının şirazesi olmuştur. Olmuştur ama tek
başına değil bulunduğu uzay-zaman da kendisine anlam edinmiş ve böylelikle
gerekli taltifi almıştır. İlk defa kendisini Hz. Âdem de görmüştük. Kime emanet
diye sorulmuştu O nebiye oğulları tarafından. Görmedikleri bilmedikleri dünya
denen alemde. Birisi en kötü meyveleri emanet diye getirmişti diğeri en güzel hayvanı. Kabil’in değil de Habil’in eminliğine hükmedilmişti.
Kurbanını sunarken alemlerin Rabbine imanını tazelemişti o sufi evlat. Ve
öylece de yanına gitti şahitlik ederek. Şehadetini edinerek yahut. Kardeşinin
ellerinden içtiği şehitliğini. Sonra aldı başını bir kavga sürüp gitmek de
ezele kadar. Peki, Habil kime emanet şimdi?
Ya da arz ettiği sunak. Suyu buluta emanet etmiş arzın ve semanın Rabbi.
Tohumu toprağa mesela ya da evladı anaya. Başka bir örnek serdedelim şimdi,
ateşe emanet edilen İbrahim Peygamber ve bıçağa emanet edilen İsmail nebi. Ateş
gül bahçesi oldu emanetine karşı ve bıçak kesmedi. Ateş nerede yakmayan, o
Allah dostu peygamberi. Bıçak nerede sözümüze muhatap Hz. İsmail’e zararı
dokunmayan? Nerede ateş o tüm sadakati ile ve bıçak? Nerede mesela Hz.
Peygamber görünmesin diye mağaranın önünü geren o örümcek ya da kendi yavrusunu
öne süren güvercin. Şimdi Peygamber kime emanet? Güvercin olan kim Cehil olan
kim? Emanet nedir ki sahip çıkılsın? Kor ateşi avcunda tutmak nedir mesela?
Dünyayı ahirete tercih etmek? Biz de o kadar çoktur ki emanet vesikası. Yemende
her hatıramız ibretle dolu emaneti yüklenişimizi anlatır. Ya da Sarıkamış da
neyine güvendi ki bu millet emaneti kucaklayıp sardı Allahuekber dağlarına.
Veya neydi Dimetoka da Galiçya da Estergon da olan derdi. Neydi yani obasında
oturmayıp da Osman gibi Orhan gibi gürbüz babalar yetiştirdi. Yavuz gibi yalın
kılıçlar neden çıktı Anadolu’nun göğsünden. Fatih gibi neden bir sultan yerişti
mesela İstanbul için. Kapılarını şehitlerimizle niçin zorladık İstanbul’un.
Neydi emanet? Neyin emaneti ki bu? Cananı bir kenara bırakıp ne olsun dedi de
gitti Preveze’ye? Akdeniz de zoru neydi Barbaros paşanın? Ağabeyi düşman
geçemesin diye tek başına köprüde boğuşup hepsi ile beraber derin sulara al
kanını bocalarken fikrinde olan emaneti teslim etmek ve dilinde olan şehadet
neydi acaba? Deli Hüsrev için kafası yerinden kesilmesine rağmen tekrar
şahlanıp son kez Allah Allah nidalarıyla koşması ne ifade ediyor ki? Uhud
savaşının o en çetin anlarında bile Ümmü Umâre neyin kavgasını veriyordu? Neyin
bekçiliği bu? Neyin ve kimin emaneti? Fem-i mübareklerinden düşen diş kime
emanet? Onca kıssaya ve hisseye rağmen idrak etmez mi insan. Nedir bu emanet?
Neye ve kimedir? Veyahut nerededir?
Tebrikler
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Sağ olun.
SilHarika bir yazı , kalemine sağlık...
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Sağ olun
Sil