Hümeze'den İdrake!
“Gice gündüz işleri
isyan kamu / Korkaram ki yirleri ola tamu”
Günler; tarih sayfalarında
yazılmadan öncesini yaşıyordu. Hayat henüz onu yaşayanlarca kayıt altına
alınmıyor yalnızca anılarda belki birkaç yıl kalıyordu. Aylar yıllar öyle
süratle akıyordu ki bizim bildiğimiz zaman mefhumu onlar için sadece yaşanılan
ve harekete muhatap olan bir koordinattı. İster devirler evveli ister asırlar
sonrası olsun hiç fark etmeksizin güneş ve dünya hatta bir bütün olarak alem
hiç durmuyor sürekli seyrüsefer halinde ilerliyordu. Değişmeyen tek şey kevn ve
fesada (oluş ve bozuluş) konu olan insanoğlunun ayette zikredilen bilgisiz ve karanlıkta
kalmışlığı idi. İşte böyle bir çağın doruk noktası yaşanıyordu. Ne yaşanılan
yerin bir ismi ne de yaşayan beşerin bir kimliği vardı. Yalnızca önemli olan
tek bir şey: o da yaşam. Çünkü bu dünya kendisinden sonrası için bahsedilen
öteki bir alemin tarlası hükmünde ittihaz ediliyordu. Bundan dolayı her fert bu
dünyayı mamur etme telaşında durmayan bir gayretle çaba sarf ediyorlardı. Lakin
insanlık hiçbir zaman tek düze olmamış zarar ve yarar, siyah ve beyaz her daim
aynı anda bulunmuştu. Hikayemize konu olan dönemde de “yaşam kendisi için mi
değerli” yoksa “öteki için mi değerli” kabilinde tartışmalar oluyor ve insanlar
birbiri ile çatışıyordu. Her ne kadar ilk bakışta basit bir sorun gibi görünse
de esasında derinlerinde gizlenmiş olan bir muamma idi bu. Çünkü bir şeyin
değeri o yıllar da bile ötekine kıyasla ölçülüp kıymet buluyordu. Böyle bir
toplumda dahi her fert kendini gerçekleştirme çabasında olmayı ötekinin hayat
bulmasında değil de onun ölümünde görüyordu. Fakat anlaşılmayan bu vehim hata
yalnızca basit bir ölüm kalım mücadelesi olmuyor aslında insanlık için o sonun
sur’unu duymaya biraz daha yakınlaştırıyordu akvam-ı beşeri. Vakit bir küheylan
gibi dört nala koşarken onu “mahmuzlayan” tek şey değer verilen varlığın
kendisi idi. Sanki her bir dürtü aslında o doru atın karnına dokunmuyordu da
insanın yüreğine saplanıyordu. Oysa madde gözü ile bakılırsa ucu kıvrılmış
hemze bir mızrak gibi ata değiyordu. Lakin mana gözlükleri ile bakıldığında insanın
kendi gerçekliği “mahmuzla” olacak şey değildi. Çünkü hemze sıkışkın yerden
sesin çıkışını insana göğsün içerisinden gelen sesi ile her çığırışında beşer
kendini mahmuzladığını yani “hemmaz” neslinden olduğunu ve akabinde yüreğine
işlediğini bilemiyordu. Oysaki hemze, ismini işte bu yürek yangınından almıştı.
Tutuşturulmuş alevden oluşan bir yürek yangını. Peki ama insanın acelesi mi
vardı da bu kadar hayvana eziyet ediyordu? Hayır. Gereğinden fazla yük ile
donatılmışsa eğer ne yapabilirdi ki beygir. İşbu yüzden mükerreren
zulmediliyordu hayvancağıza. Evet başta belirttiğimiz gibi insanın bu zalim ve
cahilliği ayetlere konu olmuştu. Hatta kendisi teklif ile muhatap olup
mükellefiyet kazanınca ismine eklenmişti. Gerçekten de beşer zalim yani
karanlıkta olup etrafını göremeyen ve cahil yani bilgisiz olan idi.
Nedendir bilinmez tarihler ilerlemesine rağmen durum hiç değişmemiş vakıa aynı şekilde zuhur etmişti. Bu defa dönem çok sonraları adına asr-ı saadet denilecek altın zamanları yaşıyordu. Hadise aynı şekilde devam ediyordu. Lakin bu defa bir uyarı geldi. Hemmaz ve lemmaz olanların hepsini muhatap alan. Ama ayet öyle bir ivedilikle başlıyordu ki sanki durumun vahametini bizlere bir kez daha önümüze koymak ister gibi. Şöyle başlıyordu: “Hümeze” ve “Lümeze” güruhunun vay haline! Ne büyük bir acı. Ayet yukarıda bahsettiğimiz zaman atına binen yolcunun yaptığı hareketin adı ile aynı köke ait idi. Mahmuz ve Hümeze. Cimciklemek, dürtmek, vurmak ve kakmak. Lakin ayet bu defa eylemi ikiye bölmüş ve insanı yaptığı gizli aşikâr her türlü yaralayıcı davranışı için uyarmıştı. Hümeze için gizli ve lümeze için aşikâr davranış demek mümkündü. Ama ayet başka bir ayrıntı daha serdediyordu. “O ki mal toplamış ve saymaktadır.” Evet mal ve hırs eskilerin deyimiyle “el-hased minel-mahrum” yani haset eden mahrum kalır dercesine bu hakikati bizim önümüze seriyordu. Mal toplamaya gereğinden fazla değer verme ve onu saymaya karşı duyulan iştiyak insanı onulmaz hezeyanlara sürüklemekle kalmıyor ukbasını da kırıcı bir ateşe çeviriyordu. O öylesine bir alevdi ki kendisine şan sahibi kitapta “Hutame” ismini alıyordu. Ne ilginçtir ki surenin ilk ayetinde zikredilen iki davranış ile cehennem için özel isim olan hutame aynı vezinden (fuala) geliyordu. Muhakkak ki bu bir kez daha insanoğluna işlenen eylemin nereye layık olduğunu bildiriyordu. Akabinde buyrulan işaretler o alevin niteliğini gözler önüne seriyor ve onun için yüreklere hatta içerilere (fuat) işlediğinden bahsediliyordu. Onların kalbine tırmanacak ya da onların kalbine doğacak bir od. Üstlerine kapatılacak. İsra suresinde “Biz cehennemi kafirler için hisar yaptık” buyrulduğu üzere amudi ve ufki bir zindan. Uzun ve geniş bir kale. İşte hutame bu ifadelerle tarif ediliyordu. İnsanın idrakine sunuluyordu bir defa daha imtihan olduğu dünya nimetleri. Alınacak birçok hikmet vardı ayet-i kerimelerde. Lakin sözlerimi ayetin sınırladığı ölçüde bırakmak niyetiyle müteveffa alimimiz Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın sure meali ile bırakıyorum.
Kalemine sağlık yasin kardeşim
YanıtlaSilTeşekkür ederim sağ olun.
Sil