Mükellefiyeti Mefkûre Edinmek!
“Âdeme
âdem gerektir âdem etsin âdemiÂdem âdem olmayınca
âdem netsin âdemi.”
Bir adım daha atmıştı yolcu sessizce
saatlerdir ilerlediği şehirde. Girdiği sokağın sonuna doğru dalmıştı gözleri. Kimseler
yoktu bu gece vaktinde. Aslında gün neredeyse ağarmak üzereydi. Ellerini göğüs
hizasına sanki dua edecekmiş gibi kaldırdı ve avuç içlerine baktı. İçinde sanki
kutsal cümleler yazılıymış gibi avuçlarını inceliyordu. Pürdikkat tekrar etrafı
seyretti. Ve hocasının evinin kapısının önüne kadar ilerledi. Kapının kulpuna
asılmış vaziyette divitle yazılmış bir parşömen onu orada bekliyordu. Hemen
eline aldı ve okumaya başladı…
Mevcudat içerisinde teklife
muhatap olmuş ve hayatını bu iltifat ile canlandırmış olan insan için yaşam her
enstrümanı ile bir meşher ve orada yapılan teferrüç olmuştur. Varlık içinde
yapılan bu gezintiler insanın kendi vüsat çeperince olmakta ve öteye duyduğu o
gerilim ile özünü kurmaktadır. Kurduğu bu dünyada kendisine sunulan teklif ile
ne kadar merbutiyet sağlarsa o kadar rüçhaniyet kazanır. Bu duruma vakıf
olabilmek ise temelinden en tepesine kadar iman dairesinden geçmekle mümkün
olur. İman onun dünyasını/küresini kurmadaki belki en önemli yapı taşı
olmaktadır. Nitekim iman her hali ve vaziyeti itibari ile dünyayı kurmakta ve
dünyaya bir mana vermektedir. Lakin burada da bir problem karşımıza
çıkmaktadır. Muvazenet. Bu ve öteki alem arasında yapılan işbu bağ öyle dengeli
olmalı ki insan mesuliyeti yüklenmiş bir halife olarak memuriyetini bilmeli ve
onun gereğini yerine getirmelidir. İşte anlaşılıyor ki varlık bu teklife; bu
teklifte o gayeye bağlıdır. Fakat hepsi en nihayetinde insan denen o zübde-i
alem canlının üzerinde dönmektedir. İnsanın serüveni yalnızca bu dünyaya matuf
olmayıp üstteki mezkûr ifadelerde geçtiği üzere maverası içinde sorumludur.
İşte insan aslında eline bir adese/mercek alıp adım adım gezse her gördüğü ve
duyduğu canlıya nefha-i ilahi nazarıyla baksa belki kendisine verilen görevden
korkup çekinir belki o ilmin genişliği ile kendini vakfeder. Lakin konu sadece
teklif ve bu teklifin getirdiği memuriyet olmamaktadır. Asıl konu bu teklifi
insan olarak kavrayabilmektedir. Ama nasıl?
İnsan diyoruz bizde konumuza başlarken. O hayretengiz müşahhas varlık tüm mevcudatı mâfîhâ bir durumda olmanın verdiği gerilim ile kendine ne kadar saygı duysa galiba az olacak ve bunun idraki onu da saygın kılacaktır. İşte dünya denen, altının anlaşılması için yakıldığı meftun bir zemin de asumanlara oynayan mefkure sahibi birey olmak insan için ötelerin ıtriyatını duymak ve nefha-i ilahi için çırpınmak sanırsam en meşakkatli ve en şerefli vazife olmalıdır. Bahusus insan için olması ve özenilmesi gereken başkaca bir hareket ve yaşantı tarzı var mıdır bilemem. Saymak mümkün olduğu müddetçe sayılır olunan alemde, saydığımız kadar saygın olunmayı anlamak ve anlatmakla da biraz mükellefiz. Çünkü hürmet demek diye de açıklayabileceğimiz saygı ameliyesi haramı yani sınırı bilmek ve o sınıra riayet ederek hürmete mazhar olmaktır. Haram, sınır ve saygı. Hatta bir kavram daha eklersek had ve hudut. Mefkuresini çizmiş ve o kavis için kendi iç dünyasındaki gerekli gerilimi edinmiş âdem için hayat hakikate ulaşma imkânı yolunda mübrem olan kıvamı anca o saygınlık ile edinebilir. Birer asansör hükmünde o binler ibadet ve taat için belirlenen her bir küre insana ancak bunun fikrini ve hatırasını verebilmiş ve o hatırayı her duyuş da hürmeti o denli ihtiram ve iltifata medar etmiştir. İşbu iltifat ve ihtiramlar tazammum ettiği tüm o ubudiyet musikilerini insan için en saygın olana uruc edebilsin diye sunulan Hz. Peygamber Efendimizin aşkı ile tutuşan müteveffa şairimiz Süleyman Çelebi'nin "Sundular bir cam dolusu şerbeti " dediği gibi birer cam dolusu zemzem hükmüne getirmeli ve o şerbete kanasıya kadar belki kadeh kadeh içilmelidir. Evet içilmeli ve Miraç buutlu o kulluk amelleri her an ve dakikasında insanın yakasına rozet gibi yapışmalıdır. Çünkü insan en güzel bir biçimde nasıl yaratıldı ise bu ancak onun irtifasına müdellel olmuştur. Bu vaziyette de denilebilir ki insan hem kendine hem bulunduğu o içkin zaman ve zeminine en derin ve müşfik tavırları ile saygı ve sevgi duymalı ve bu şart dolayısıyla da Ahsen-i takmin olduğunu bir kez daha iliklerine kadar hissetmelidir. Çünkü hissetmek ona şuuru ve Furkan’ı nasip edecektir. Ayırt edebilmeyi yani hak ve batılı bilmeyi. İşte insan dedik ya başta, olması gereken son buraya doğru yoğrulmaktır. Yani Âdem olmaktır.
Not I: Yukarıda paylaştığım yazım Ahlâf dergimizin "Mart 2022" sayısında yayınlanmıştır.
Not II: Dergimizin bağlantı linki için tıklayınız.
Not III: Tüm yazılarımın listesi için tıklayınız.
Başarılarının devamını dilerim yeni yazını sabırsızlıkla bekliyorum
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Sağ olun.
Sil